17 Mart 2010 Çarşamba


DÜZENİN YABANCILAŞMASI ÜZERİNE
İdris Küçükömer'in 1969 yılında ilk baskısını yapan Düzenin Yabancılaşması adlı eseri, aradan 41 yıl geçmiş olmasına rağmen, bugün bile Türkiye'nin içinde bulunduğu durumun etkili bir tahlilini yapar niteliktedir. Özellikle son bir kaç yıldır kimin, neyi, nasıl savunduğunu anlamak için "başucu kitabı" niteliğinde bir eser olan Düzenin Yabancılaşmasında, yazarımız "Modernlik" iddiasındaki Türkiye'nin aslında neden modernleşemeyeceğini, "Batılılaşamayacağını",söz konusu modernleşme ve batılılaşmanın neden yüzeysel olduğunu izah ediyor ve aslında bizim siyasal hayatta "sol-ilerici" bildiklerimizin "sağ-muhafazakâr","sağ-muhafazakâr" bildiklerimizin de "sol-ilerici" yelpazede olduklarını söyleyerek, ezberlerimizi yerle bir ediyor. Dilerseniz şimdi söz konusu eserin nelerden bahsettiğine daha yakından bakalım.
Öncelikle Küçükömer, Türkiye’nin Batılılaşamayacağından söz etmektedir. Bu iddiasını da Osmanlı ile Avrupa coğrafyasında yaşanan gelişmeleri karşılaştırarak temellendirir. Küçükömer Batının kapitalizme erişme serüvenini feodalizme kadar götürür. Çünkü batılılaşmak demek kapitalistleşmek demektir. Avrupa’daki feodal yapının içinde palazlanan burjuva sınıfının, Avrupa’yı adım adım sanayi devrimine, dolayısıyla kapitalizme ulaştırdığını ifade eder. Fakat Osmanlı'da Avrupa’dakine benzer bir burjuva sınıfı olmadığı için, Osmanlı coğrafyasında Avrupa'nın yaşadığı gibi bir Rönesans ve Reformun yaşanamadığını belirtir. Osmanlı’da burjuva sınıfının olmamasını, Osmanlı’nın mülkiyet anlamında merkeziyetçi olmasına ve ulema-yeniçeri-lonca üçlüsünün, sürekli yeniliklerin karşısına dikilmesine bağlar. Bu üçlünün “organik” ilişkilerini şöyle dillendirir:
“Yeniçeriler, Ahiler, v.s gibi lonca erbabı, tekke ve dervişleriyle beraber imparatorluğun kuruluşundan beri iç içeydi. Lonca esnafı yeniçerilere belli malları satmaktaydı. Yani, yeniçerilerle lonca esnafının çıkarları beraber gözükmektedir.(Yenilik hareketlerine karşı, bir sürü başkaldırma, kazan kaldırma olayı olmuştu. Bu olaylarda yeniçeri, esnaf ve ulema iş birliği yapacaktı.)1”
Ayrıca;
“Osmanlı üretim ilişkilerinin gereği, daha önce söylediğimiz gibi merkezi-askeri ve yarı seferber haldeki devlet yapısı, batıda feodalite düzeninde ortaya çıkan otonom mahalli yönetimi bulunan, giderek burjuva egemenliğinin ağır basacağı şehirlere imkân vermeyecek olmasının” 2 da
kapitalistleşmenin önündeki engellerden biri olarak niteler.
“Ulema, esnaf, yeniçeri işbirliği aslında her birinin kendi menfaatlerinin ayrı ayrı zarar göreceğinden dolayı gerçekleşmiştir. Yeniçerilik Osmanlı modernleşme sürecinde, olumlu fonksiyonunu yitirmişti. Orduda yenilik yapılması elzemdi. Fakat orduda yapılacak bir değişim-modernleşmede, yeniçeriye mal satan esnafı ve ona yaslanan tekkeleri büyük zararlara uğratacaktı. Yenilikler, orduya ve diğer eğitim alanlarına da girince, şeriatı öğreten zümre olarak ulemanın statik ve dini bilgi alanı yeniliklerle çelişecekti. Lonca ise, üretim güçlerini geliştirmek isteyecek olan ve iç gümrük kurallarını değiştirmek isteyecek olan burjuvayı büyük bir tehlike olarak görüyordu.”3
Yukarıda açıklanan yapıların da etkisiyle Osmanlı kendi devrimini gerçekleştirememiştir. Burjuva devriminin olmaması, Osmanlı’nın ardılı olan Türkiye Cumhuriyeti için de handikap olmuştur. Çünkü kuruluşunun ilk yıllarında liberal ekonomiyi denemek isteyen genç cumhuriyet, sermaye birikiminden yoksun olduğu için bunu başaramayacak ve 1929 ekonomik krizinin de etkisiyle "devletçi" modeli benimseyecektir. Müellifimize göre, devlet ve askeri kurumlarının lojmanları, halktan uzak burjuvayı yaratmak amacının bir parçasıdır. Müellifimiz, henüz şehirlerin, köylerin yolu, suyu yokken söz konusu lojmanlarda A'dan Z'ye tüm imkânların bulunmasından yakınır.1961 Anayasası ile kurulan OYAK(Ordu Yardımlaşma Kurumu) tam da böyle bir burjuva yaratılmak istencinden doğmuştur. Böylece ordu burjuvalaştırılacak ve sermaye birikimi en azından askeriyede sağlanacaktır.1961 Anayasasının bu kadar açık “milli burjuva” yaratma istenci, akıllara 1942’deki Varlık Vergisini ve 6–7 Eylül(1955) Olayları gibi acı olaylarını getirmektedir. Söz konusu bu iki olayın "milli burjuva" yaratmak adına uygulanan bir proje olup olmadığının kararını, siz değerli okuyuculara bırakıyoruz…
İkinci olarak Küçükömer, Türk siyasal hayatında sağ-sol mefhumlarının, hiç de algılandığı gibi olmadığının altını kalın çizgilerle çizer. Bu kavramları temsil eden partilerin aslında tam tersi pozisyonda olduklarını belirtir. Siyaset Biliminde sağ partiler muhafazakâr ve statüko yanlısı olarak bilinirler. Düzenin devamından yanadırlar. Çok köklü değişime karşı duruşları vardır. Sol partiler ise, değişimden, dönüşümden yanadırlar. Statükonun karşısında, kendini sürekli yenileyen partilerdir. Fakat Türk siyasi hayatına baktığımız zaman, sol olarak bilinen İttihat Terakki, ilk meclisteki I.Grup, Cumhuriyet Halk Fırkası(CHF),Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve 1960 ihtilâlini yapan Milli Birlik Komitesi'nin (MBK) statükodan yana yani "sağ" yelpazede olduklarını buna karşın, muhafazakâr- sağ bilinen Jön Türklerin Prens Sabahattin kanadının-ki bu İttihat ve Terakki’de kuruluş yıllarında var olan bu klik ekonomik anlamda liberalizm, siyasi anlamda da adem-i merkeziyetçiliği savunuyordu- , yine ilk meclisteki II. Grubun, Serbest Fırka, Demokrat Parti (DP) ve Adalet Partisi'nin(AP) ise "devrimci" partiler olduğunu iddia eder. Bu görüşünün dayanak noktası olarak da CHP ekolünün batıcı-laik statükoyu savunduğunu, halka inemediğini, halka rağmen halkçılık yaptığını gösterir. DP ekolü ise, küstürülmüş doğucu-İslam tabanı kullanarak daha hareketli devrimci bir yapı içindedir.4 Burada akıllara doğucu-İslam tabanın neyi değiştirmek istedikleri gibi bir soru gelebilir. Bu tabanın değiştirmek istediği, statüko olarak gördüğü şeyler, Cumhuriyet’in kurulmasıyla ortaya çıktığı iddia edilen seçkinci, ötekileştiren, küstürülmüşlerin tabiriyle “jakoben” gelenektir. Ekonomik anlamda da statükoyu, koyu devletçilik ve içe kapalılık(korumacılık) temsil etmektedir. İşte bu doğucu-İslam tabanı daha liberal, açık bir ekonomi taraftarıdırlar.
Küstürülmüş doğucu-İslam tabanı tabirinin köklerini Osmanlı’nın son dönemlerinde aramakta fayda vardır. Bilindiği üzere, Osmanlı 1838 imzaladığı İngiliz-Osmanlı Ticaret Antlaşması (Baltalimanı Antlaşması) ile İngiltere’ye çok büyük imtiyazlar tanımıştı.(Zamanla bu imtiyazlar Batı ülkelerine ve Rusya’ya da verildi.)Bu antlaşma devletin ekonomik olarak tam anlamıyla çöküşünün ifadesidir.
“İşte bu antlaşmayı izleyen yıllarda Makineli Batı Sanayi, mevcut ve gelişmemiş Osmanlı imalat sanayini, lonca sistemini ve esnafını bitirdi. Peki, bu üretim güçlerinin, dramatik bir yoldan tasfiye olmasıyla, ona bağlı iş sahipleri, esnaf ve onlarla iş bölümü içindeki diğer üreticiler, çeşitli halk yığınları ne oldu? Bu halk, yeniçeri kalıntılarını da kapsayan İslamcı doğucu görüntüsü içinde yer aldı.5”
İlk olarak İnönü’nün dillendirdiği fakat Ecevit'in sahiplendiği bir söylem olan "Ortanın Solu" manifestosunun akla uygun bir proje olduğunu söyler bu projenin vaat ettiklerinin6 nasıl gerçeğe dönüştüreceği hakkındaki kuşkularını da belirtmeden geçmez. Bu kuşkularına kendince çözüm önerileri de getirmeyi ihmal etmemiştir. Bunlar şöyle sıralanabilir:
• “Üretim biçimi en alt kademede yeniden düzenlenmelidir. Tarımda verimlilik artırılmalıdır.
• Tarım üretimi arttırılarak, sağlanacak olan fazla sanayi yatırımına ayrılmalıdır. Ayrıca bu fazla, işçi sınıfını(şehirleri) besleyecektir. Tarımdan elde edilecek bu fazla diğer taraftan, sanayi harcamalarını da finanse edecektir. Eğer tarımda fazla olmaz ve buna rağmen yatırıma gidilirse, yüksek enflasyon gözükecektir.
• Tarımdaki fazla ile bu fazlayı elde edenler sanayi ürünlerine talebi arttıracak; sanayi kesimi gelişecek, sanayi verimi artacak ve o da tarım ürünlerine olan talebi arttıracaktır. Böylece tarımdaki nüfus oranı azalmayacak hatta artacaktır. Bu iki sektör birbirini besleyecektir.
• Bunların arasında hizmet sektörü de (bankacılık, serbest meslekler, kamu hizmetleri v.s.) gelişme şansı bulacaktır.
• Bunların gerçekleşmesinde teknik bilgilerle donanmış yani kendisine yatırım yapılmış olan insan en büyük rolü oynayacaktır.7”
Montaj sanayisi Küçükömer'in ağır eleştirilerine hedef olmaktadır. Montaj sanayiinin, ülke ekonomisine göstermelik bir katkısı olacağını savunan müellifimiz, özellikle otomotiv sektöründeki bu bulaşıcı hastalığa karşı durulmasını ister. Çünkü bu tür bir sanayinin istihdama ve ülke gelirine katkısı sınırlı olacaktır. (Fakat 21.yy Türkiye’sindeki otomotiv sektörü hâlâ ağırlıklı bir biçimde montaj sanayiine dayanmaktadır. Bu durum da ülke ekonomisi için büyük bir handikaptır.)
Küçükömer'in 60'lı yılların sonunda yazdığı Düzenin Yabancılaşması eserinde anlattıkları, günümüzde hâlâ geçerlidir. Ana Muhalefet Partisi CHP’nin, bugün Genel Başkanı önderliğinde ne kadar "sol" olduğu tartışıladursun, İktidardaki “muhafazakâr demokrat” AK Parti'nin statükoya karşı duruşu, AK Parti'yi devrimci bir parti konumuna oturtmaktadır. Özellikle başlattığı açılımlar(Demokratik Açılım, Alevi Açılımı, Roman Açılımı, Sivil Anayasa) statükoyu değiştirmek istediğini ispatlar niteliktedir. Elbette iktidar, söz konusu “açılımları” gerçekleştirirken, bir takım hatalar yapmış fakat doğru adımlar da atmıştır. Bizim buradaki amacımız, söz konusu girişimlerin doğruluğunu, yanlışlığını, bu girişimlere gerek olup olmadığını tartışmak değildir. Hele hele bu girişimleri (varsa) doğrularıyla yüceltip,(yine varsa) yanlışlarıyla yerin dibine sokmak hiç değildir. Amacımız, memlekette “kronik sorun” haline gelmiş bir takım meselelerin, muhafazakâr kodlara sahip olarak bilinen bir partinin, bu sorunları çözmek için çaba sarf etmesidir. İdris Küçükömer’in anlattıkları, içinde yaşadığımız dönemdeki gelişmelerle paralel bir şekilde incelendiğinde daha anlamlı olacaktır.
Türkiye'deki siyasal partilerin aslında politikanın hangi yelpazesinde olduklarını daha iyi anlamak ve Türkiye'deki “batılılaşma” mefhumunun neden istenilen şekilde işlemediğini, tarihsel bir çerçeveden, farklı bir bakış açısıyla görmek isteyen dimağlara İdris Küçükömer'in Düzenin Yabancılaşması adlı eserini okumalarını tavsiye ediyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder